anakara’da büyüdüm ben. hatta öyle bir büyüdüm ki öğretmen olup da çandarlı’ya gelene dek hep anakara’da idim. bu çok yaş almak demek bozkırda, e bir de ekleyin üzerine öğretmen olmakla rotayı başka yere çevirmek arasında verilemeyen kararlarla geçen vakti. uf uf! ne sokaklar, ne hayaller, ne kavgalar, ne hayal kırıklıkları, ne umutlar, ne arkadaşlıklar, ne çabalar, akşam simitleri, sabah ilk durağa yürüyüp ayakta kalmadan okula gidebilme becerisi, kızılay, tunalı, sıhhiye, mebusevleri, emek, metropol sineması, çay, çorba, tek pota maçlar kimi zamanda çift kale maçlar, karanfil’de üst kattaki kitap kafeler, yokuş aşağı sürülen patlak frenli bisiklet, doldurulan kasetler…
fakat güzel büyüdük.
evimiz sobalı ve kiracıydık ama
biz yaz tatillerinde denize doğru gidebildik, sonra sobalı bir ev sahibi olduk
yine gidebildik ardından kaloriferli evimiz oldu yine … annem ve babam bunu
bilinçli mi yaptılar bilmiyorum ama kardeşimle bana hep bir yaz tatili
yaşatabildiler (iyi ki). biz iki bozkır bebesi bu “şartlar zorlanarak”
yaşatılan yaz tatillerinin hakkını verdik kanımca. öyle bir denize girerdik ki
ağzımızdan yüzümüzden tuz gelirdi bunu tolere edebilmek için tatlı bir şey var
mı diye çıkardık denizden bir anlığına, sonra tekrar. en sevdiğim ise gece yatağa yatıp, gözlerimi
kapattığımda sanki dalgalar beni kıyıya doğru götürüyor gibi hissetmemdi. bu
his sonraki yaza kadar sek kahvenin umuduydu işte.
…
bozkır bebesi büyüdü, umuduyla
büyüdü belli ki.
dündü, umay ile denize giriyoruz,
deniz dalgalı, bulanık. nazlanıyorum da bir yandan girmesem mi falan derken.
aman be dedim, sen sek kahvesin umudunla düşün. dalgalar da zıpladık, atladık,
koştuk, güldük, su yuttuk, takla attık. durdu dedi ki bana umay, anne cidden
çok eğlencelisin sen, oturma kumda, hep denizde kal.
çok uzun zaman sonra kendimle
gurur duydum, hem de "sokağın tavanı" kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder