Ağustos 31, 2011

iyi bayramlar

şu an tam da çalışma masama ihtiyacım var daha çok yazabilmek için. kağıtlar dolusu yazabilmek için. belki kağıtlar dolusu yazarsam, toplumun kadını nasıl bir köşeye itiverdiğine karşı olan nefretimi biraz olsun içimden uzaklaştırabilirim ve biraz olsun rahatlayabilirim.
anlayamıyorum, bayram kutlama şekillerini anlayamıyorum. çayını dahi alamayan erkeklerin "yemeğimiz nerde?" diye sormalarını ve üstelikte yapılan yemeği beğenmemelerini anlayamıyorum. sadece bir teşekkür oysa ki görevi kanıksattırılmış kadının istediği. ve adam akıllı iki kelam edebilmek bayram günlerinde eş-dostla. bayram kime bayram? erkeğe mi kadına mı? 2. sınıf insan muamelesi gören kadınlar gerçeğini acımadan gözüme soktuğu için sevmiyorum köyümü. ve buralarda kadınların yüzündeki çizgiler daha derin. 

fotoğraf: kahvenin seki makbuldür

kahvenin seki lazım: kafam daha çok çalışıyor onla beraber, belki bir anlam veririm yurdum gerçeğine. birazcık da nikotin fena olmaz gibi. canım çekti işte, yüzündeki çizgileri derin olan kadınlar cigaralarını da gizli gizli içiyorlar. belki hepsinin yerine bir fırt çekerim en derininden.
dedim ya çalışma masama ihtiyaç duyuyorum çokça, belki yazarsam kağıtlar dolusu: o vakit yürekten bir "iyi bayramlar" diyebilirim.

Ağustos 29, 2011

fısıltı

bakın vikipedi ne diyor:
Yıldız yoğun ve ışık saçan bir plazma küresidir. Bir araya toplanan yıldızların oluşturduğu gökadalar görünür evrenin hâkimidir."

köylerin, kasabaların daha doğrusu şehrin ışıklarından arınmış olan yerlerin en güzel yanı bahsi geçen gökadalarda ikamet ediyormuş gibi olmak. bir sürü yıldız yukarıda bir yerlerde hep duruyorlardı evet, ama şimdi onların farkında olabilmek güzelliği var hayranlığımda. 
gökyüzü alabildiğine yıldız, oh bir de semaver çay. bir de "attila ilhan" dizeleri, sadece iki dize zihnimde beliren:
"elimden tut yoksa düşeceğim
  yoksa bir bir yıldızlar düşecek
                                       ..."
ve ben görünür evrenin hakimiyim, yıldızlara fısıldadığım dileklerim de.

Ağustos 28, 2011

şans

sahip olunan şanslar çeşit çeşittir yeryüzünde. ve bu şanslardan bir tanesi de insanın sevdiği işi yapabilmesidir. her şeyiyle içine sinen, onu mutlu eden; belki çocukluk hayali belki alışkanlıktan ziyade tutkuya dönüşen bir iş sözünü ettiğim. 
kıbrıs'a gitmiştim geçen sene, gökçün'ün yanına. ehe, okullarındaki şenliklere denk geldi gittiğim vakit. akşamlardan bir mayıs akşamı, MFÖ konseri vardı. bağıra çağıra şarkılarına eşlik ederken, aklımdan geçti bir an ne kadar şanslı bu adamlar diye. öyle samimiydiler ki ve öyle mutlu ve bir o kadar da enerjik, sahnede aralıksız 2 saat kaldılar. o kadar belliydi ki, tutkuyla bağlıydılar gitarlarına. zaten öyle olmasa şu cümleleri hiç bilemezdik biz:

                                                     "biliniyor şarkıların sırası bizde
                                                      biliniyor hayat bizden razıdır
                                                      otların sarardığı yerlerde güneş
                                                      kurşunun değdiği yerde heves kalmışt
ır.
                                                                                                                 ..."
ve o güzelim sesi duyamaz, ve bu canım şarkıya eşlik edemezdik.
gecelerden bir ağustos gecesi, aklımda bir soru: insan kendi şansını yaratabilir mi?

Ağustos 27, 2011

sakız ağacı*

elimde çay fincanım, önümde fotoğraflar kulağımda "hüsnü arkan" ve önümüz eylül.
ah, ne güzel anakara'da eylül.
çay fincanımı sana kaldırıyorum anakara, ve şerefine eylül.

Ağustos 26, 2011

vazgeçmeyeceksiniz değil mi?

sömürün emekleri olur mu? 
bir de bunu olağan bir şeymiş gibi pişkin pişkin anlatın, her şeyin bir yolunu bulun olur mu? 
ve bundan da hiç vazgeçmeyeceksiniz değil mi?

matematik öğretmeni:
bize verilen sıfat bu. üniversitenin eğitim fakültesinde 4 yıl öğrenim görmüş olup, elde ettiğim yegane şey bir sıfat. üstelik kullanamadığım bir sıfat. daha doğrusu kullandırılmayan bir sıfat. öğretmen olmak önceden rüya gibi bir şeymiş, öyle anlatır büyükler. severlermiş, sayarlarmış ahali onları. sanırım insanlar eskiden "bilginin" farkında imiş, "değer vermek" deyimi lügatlarında imiş. ve mesleklerini de yaparlarmış öğretmenler. güzel günlermiş. gel zaman git zaman aşınan değerler olmuş, ve ne şans ki o zamanlara denk gelmişiz biz de. şimdi, sırada bekleyen bir sürü arkadaşım, mesleğe başlayınca körelen, körelecek olan bir sürü arkadaşım var.sanırım ne kadar kaçsam da bir yerde ortak bir kader çizeceğiz o arkadaşlarımla. bakalım nereye kadar kaçabileceğim, nasıl bir yol çizebileceğim?
sinirliyim; mesleği bu duruma getirenlere çanak tutanlara:
yürüyüş yaparken babamın gördüğü bir ilan üzerine aldık numarayı aradık şu çağrıya yanıt olarak:
"her branştan etüt öğretmeni aranmaktadır"
telefonda konuşuldu. 6 gün sabah 8.30 akşam 18.30'da çalışacak genç, umutlu öğretmen arıyorlarmış. umutlarını söndürmek adına aradıklarını bugün görüşmeye gittiğimde teyit ettim. önce iş başvuru formu diye bir şey doldurdum.diyordu ki, ne kadar ücret talep edersiniz. 1000 tl yazdım. biraz konuştuk, okulumu sordu. şu an okuduğumu yükseklisans yaptığımı, gönlümden geçeni falan anlattım. pek umrunda değildi, çünkü o 1000 tl'ye takılmıştı. okuldan ötürü 5 gün çalışabileceğimi söyledim, baştan kaybettim. çünkü ben bir köle adayı idim ve kölelerin istekleri olmazdı. başka arkadaşlarıma önerebilmem için seni tanımam gerekir, bir 10 dk ders anlat bana dedi. tamam dedim. anlattım. sonrası:
sömürücü: neden 1000 tl istiyorsun?çok değil mi?
ben: verdiğim zamanın karşılığını az da olsa almak isterim.
sömürücü: yeni öğretmensin, deneyimin yok sana olurunu söyleyeyim en fazla asgari ücret alırsın. bir de sigortanı yatıracağım senin. 400 de o, 1000 daha 1400 tl, kusura bakma kimse o kadar vermez.
ben: zaten farkındayım, yeni öğretmenlerin sektör tarafından sömürüldüğünün.
sömürücü: usta-çırak ilişkisi, çırak haddini bilecek.
ben: çırak olarak da harcadığım zamanın karşılığını almak isterim.
sömürücü: en son ne kadar istersin. ihtiyaç olursa arkadaşlara ona göre bir şey söylerim.
ben: teşekkür ederim.
...
ben ne yapmıştım? geçmişe dair pişmanlıklarımı ve geleceğe dair kaygılarımı yüzüme vuran adama teşekkür etmiştim. ve ben hayallerime ulaşmak için en sapa yolu seçmiştim. tam 5 yıl önce, o fakülteye kayıt yaptırdığım gün anlamıştım bunu. 
öte yandan bir güzellik halen var: çocukların gözleri. 
yollar tükenmesin, ne olur!

Ağustos 24, 2011

arabalar 2-2


 küçük kuzenlerim, bana animasyonu sevdiren afacanlar. ağabey, kardeş geçinip gider benim kuzenler. büyüğü 6, küçüğü 3 yaşlarında şu an. neyse, günlerden bir gün büyük olan diyor ki bana:
-ben şimşek "mecguiiin" ( aynen böyle der) olayım, sen "seliy" ol, oğuzhan ağbim "meytır", ihsan ağbim de  "kral" olsun.
 burda kral olarak adlandırdığının "doc hudson" olduğunu sonra anlıyorum. bizimkisi ufak bir arabalar filmi çekmek için oyuncu seçiyormuş, bunu da sonradan anladım. merak ettim sordum:
-kim bunlar?

o kadar mutlu ve o kadar heyecanlı ve bir o kadar da kendisiyle gurur duyaraktan dedi ki:
-teyzem beni geçen sinemaya götürdü "arabalar"a.
:)
merak ettim tabi, sonuçta filmin bir ikinci versiyonunu çekiyorduk ailecek. oynadığım filmin aslını bilmek isterim. izledim tabi ki. kuzenlerim yanına bir daha ki gidişimde artık karakterlere hakimdim ve uzun uzun muhabbetler çeviriyorduk. hatta 3 yaşındaki ufaklık usuldan "çimçeek maacugugim" gibi renkler katıyordu konuşmalarımıza. derken günlerden bir gün, onlarla yaptığım bu uzun sohbetler için bana bir ödül vermeyi uygun gördüler: onlarla beraber "mater'in abartlılı hikayeleri"ni izlemeye hak kazanmıştım. hatta bilgisayarın başına benim için tabure bile çektiler, küçük olan kucağıma kuruldu, diğeri yanımdaki sandalyede; 35 dk çıt çıkarmadan izledik. üstelik onların 2 ya da 3. izlemeleri imiş. 

arabalar 2' nin çıkmasını dört gözle bekliyordum. 19 ağustos' ta girdi gösterime. koşa koşa gittik sevdiceğimle. pek eğlendik. yarışlar için italya, japonya, fransa, ingiltere' den geçti "mecguinn" ve arkadaşları ya değmeyin keyfime. derken, bugün bir kez daha gittim filme. harry potter'a niyetliydi benim ekip: teyzem, kardeşim ve kuzenim ( teyzemin yavruşu) fakat harry'e niyet arabalara kısmet oldu. güzel de oldu; bir daha görme fırsatım oldu "guido" yu. ben guido' ya aşığımda :). 

hatta, "luigi" ile "guido" dans ettiler italya'da. ehe şöyle bir kıvırttılar. ben de dans etmek istiyorum guido ile: 
irlanda, peru hiç farketmez ;)





  kuzenlerime koşup ben arabalar 2' ye gittim diyesim var. onlar da gittilerse uzun uzun sohbet ederiz. gitmedilerse, onlara anlatacak çok macera var :)
                                                                                         
                 

Ağustos 20, 2011

"bizi yalnız özgürlük için

              mutluluk için yarattılar"

...

Ağustos 18, 2011

!

hani şu gizliden gizliye diretilenler var ya bizlere, onlar yüzünden bazen kayıkları göremiyorum. sanki kıyıya gelememişler gibi. bana uğramadan gitmişler gibi. kırmasınlar hevesimi, hayallerimi. daha o kayıklar okyanusları görecekler!
...

Ağustos 16, 2011

sürpriz :)

yolda, geliyor ki anakara'ya.

"bak ellerimden taşıyor sabah.."
:)

nane-üzüm

nargile lazım şöyle nane-üzümlüsünden, yanına da çay (fincan mı yoksa bardak mı ona karar veremedik henüz. genelde fincanla başlayıp, bardak çaylarla sürer bu durum). muhabbetin son demlerine gelmişiz yavaştan (cümleler bitmez hiç, ama gitmek gerekir ya çok geçe kalmadan), bir de kahve patlatırız hem de sek olsun deriz. bir de şarkı lazım arkadan şöyle usul usul, nargile dumanı gibi: eh onu da biz söyleriz.
özledim.

Ağustos 15, 2011

el yazısı

SANA
Küçük çocuklar yapıp geceleri kendimden,
Seni öpsünler diye gönderiyorum sana.
Bana, kucaklarında seni getiriyorlar;
Ben de sonra o seni getiriyorum.

                                        özdemir asaf


bir gün bana elinde "çiçek senfonisi" ile geldin. özdemir asaf'la işbirliği yapmışçasına dizelerin yanı başlarına el yazınla haykırmışsın. ben o gün bugündür, özdemir asaf'ı çok severim. ama en çok senin el yazını severim.

Ağustos 14, 2011

arada olur böyle sanırım ?

günlerdir çektiğim fotoğrafları ayıklamak ve düzenlemek ile uğraşıyorum. makinemi aldım alalı ve az buçuk bilinç kazanarak çektiğim fotoğraflarım bu bahsi geçenler. seçtiklerimi, şehir şehir ve tarih tarih dosyaladım. düzenledikçe onlara numaralar veriyorum. onlarla yeteri kadar ilgilendikten sonra, hepsinin birer ismi de olacak numaralarının dışında. ve ayrıca hepsine birer de küçük hikaye eklemek gibi bir niyetim var. aslında bu ortaklaşa alınan fikir; ben fotoğraflar çekeceğim, sevdiceğimde onlara hikayeler yazacak. geçen sene bu vakitlerden 3-5 ay önce konuşmuştuk bunu. çektiğim sokaklara, yüzlere, kayıklara, çocuklara... nasıl yağmurlar, ne kadar uzun yollar yakıştıracağını delicesine merak ediyorum doğrusu. imece usulu sanat icra edebilir miyiz acaba ? ;)
çektiğim fotoğraflarla haşır neşir olurken, çekeceğim fotoğrafların merakına düşüyorum bir yandan da. nerelerde oluruz, hangi rüzgarları görürüz, hangi şarkılar çalar gemilerden diye düşünüp duruyorum. hayaller kuruyorum dört yanı denizlerle kaplı. hayallerimin içine yaşam gerçeklerini katmıyorum o vakit alabora olmaktan korkuyorum, bakınız:
   öte yandan ingilizce çalışmam gerek, dil puanım yükselmezse yakın zamanlarda kimse beni almaz üniversitesine akademisyen diye. hali hazırdaki puanımla bir adet yüksek lisans öğrencisi olmayı başardım evet, ama dahası için çalışmak lazım. koşa koşa para yatırmalı bir de sınav için aman, abonesi olduk zaten ösym'nin. aslında kombine vermeliler ben gibilerine. ya da 'paso' göstersek. 'paso' da paralı ehe :) öğrenci olununca 'paso' alınabiliyor ayrıca öğretmenler de 'paso' alabiliyor, yahu ben ne şanslıyım(!): öğrenciliğin yanında bir de matematik öğretmeni sıfatım var, fakat öğretmenken paso edinebilmek için atanabilmek, çekmecemde duran diplomanın beni bir ilköğretim okulunda çocukların arasına sokabilmesi gerekiyor. lakin ülkemizde bizlere mesleğini yaptıran yegane şey kpss'dir kesinlikle mezun olmak ve bir diploma sahibi olmak değildir. 
yapmak istediklerimize ulaşmak için yollara düşüyoruz ama hep istemediğimiz duraklarla indiriyorlar bizleri. bir de zorla aldırdıkları 'paso' ları soruyorlar her ulaşım aracına bindiğimizde. çoğu kez korkuyorum, ya o çok sevdiğim kayıkları düşünürken dahi 'paso' sorarlarsa diye...

NOT: anakara'lı bilir, eğer otobüse bineceksen iki sıfatla binersin: ya "tam" ya da " indirimli". 
tarife şudur: tam: 2 lira, indirimli: 1.25'dir. indirimli olabilmek için parasını bastırırsın alırsın 'paso' nu. ve artık sen seçilmişsindir. bir yıl boyunca tepe tepe kullan indirimli sıfatını. bir nevi alttan alttan bizlere diretilen binlerce şeyden sadece bir tanesinin vücut bulmuş halidir 'paso'.
nasıl buraya bağladım yolları? bilemedim!

Ağustos 12, 2011

geleneksel ortaokul toplaşması 3 :)

büyümüş kocaman olmuşuz, fakat bir araya gelince yine o sınıftaki ufaklıklar :) ilk buluşma bundan 3 yıl evveldi, buluşmalarımızı geleneksel bir kisveye sokma aşamalarında ara verdik bir sene. lise geçmiş, üniversite 3 yada 4. sınıflardayız hemen hemen hepimiz, o kadar yıl sonra görünce birbirimizi bir değişik oluvermiştim. yüz hatları oturmuş artık o ergen bebişlerin, anlatacaklar birikmiş, herkes bambaşka okullarda başka şehirlerde bir şeylerin kavgasında. ama muhabbet başlayınca bir ağızdan aynı anılara gülmek ve birbirimizi hiç garipsememek. öğretmenlerimizin bizle yine aynı bakışlarla konuşmaları, siz kendinizi değiştiniz mi sanıyorsunuz demeleri ve gülüşmeleri :) bugün de bu güzel günlerden biriydi, anakara'ya yağmur yağdı ardından delicesine, güzel güne güzel şarkılar söyledi. seviyorum sizi.

Ağustos 08, 2011

usul usul


arkasına kayık, nargile, termos bir de yastık koyma hissi uyandırıverdi bende, sımsıcak bir his. deniz kokulu kasabalardan usul usul geçmek gibi.

değirmen'den

ikinci Sabahattin Ali kitabımı okumak istiyordum, baktım kitaplarının olduğu rafa bir an düşündüm: rast gele mi seçsem yoksa şöyle bir arka kapaklarını okuyup da? okumak güzeldir dedim:

"İşte adaşım, sana seven bir Çingene'nin hikayesi. Çiçeklerin açtığı bir mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir... (...) Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir."



Ağustos 07, 2011

Cemal Süreya-II

yakın zamanda "Sevda Sözleri"  kitabını kendime zorla aldırıyorum. ehe, güzel kalpli erkek çocuğu içine bir de not yazıveriyor biz bir belediye otobüsünde Keçiören istikametine gitmekte iken. otobüs seyir halinde ya, yazı biraz "kargacık burgacık" a yakın: ama en güzel deniz kabuğu gibi, yan yana bir gün doğumu gibi. işte o gün doğumu, şu dizeleri aklıma getirmeye yetiveriyor:

“Bende tarçın sende ıhlamur kokusu
Yürürüz başkentin sokaklarında

Bir nehir şu tutuk konuşan cumartesi
Üstünde iki yonga: Çarşamba, bir de cuma
Ayrılık lafları etme sevgilim
Önümüz Temmuz önümüz Ağustos nasıl olsa
Kol kola yürüyoruz tek tük öpüşüyoruz
Sonra ayrılıyoruz korkuyoruz da
Kimi zaman neden kalabalığın içinde duruyoruz da
Kimi zaman bir köşe arıyoruz en sapa
…”     
Cemal Süreya


Cemal Süreya-I

ben ilkokulda olmalıyım, ilkokul 4 bilemedin 5. dayımla teyzem beraber kalıyorlar o vakitler, cebeci'de. abla- kardeş gençler henüz. o zamanın popüler şarkıcılarının kasetleri var, bir de dayım almış sony müzik setini; kumandası falan var, nasıl imreniyoruz biz kardeşimle. içimizden deli gibi kurcalamak geliyor. cd'ler lükse kaçıyor o ara şehrimde, ama müzik setinde cd yeri bile var. kumandaya bir basıyorsun açılıyor, bir basıyorsun kapanıyor hem de tınısı güzel bir sesle. o ara "Yaşar" diye bir şarkıcının varlığını keşfediyorum, daha çok dayımın dinlediğini düşündüğüm "divane" adlı kasetle. "kumralım" diye bir şarkı var hele ki, yaz şarkısı olmuş ve öyle sanıyorum ki gitar çalanların bu şarkıyı söylemeleri onları daha bir havalı kılıyor o dönemde. şarkı zihnimde bir yerlerde hep duruyor, ben farkında değilim sanırım. çünkü lise yıllarında şarkıyı tekrardan duyunca, tanıdık diyorum bir de içleniyorum şarkıya anlamsız bir şekilde. içimde bir deniz özlemi peydah oluyor, sonrası, yaşar'ı çok seviyorum. tüm kasetlerini ediniyorum zamanla. bir de tek tek şarkıların altlarındaki notları okuyorum. derken Cemal Süreya'yı keşfediyorum, şarkıların birinin altına iliştirmiş Yaşar:

         "kuşlar toplanmış göçüyorlar, keşke yalnız bunun için sevseydim seni"

sonra Cemal Süreya'ya merak salıyorum, bir arkadaşım bir şiir kitabını getiriyor okuyuver diye, biz lise 1'deyiz. "Önce öp, sonra doğur beni" nin tüm şiirlerini okuyorum. artık ben de Cemal Süreya'yı tanır gibi oldum diye seviniyorum. sonradan daha net anlayabiliyorum: kuşları, denizi, kadınları, aşkı sever imiş, sonra Cemal Süreya'yı hiç bırakmıyorum.

NOT: Yaşar'ın kasetleri halen durur çekmecemde, ama iki tanesini arabanın torpidosuna koymuştum hem de arabayı kardeşimle bana tahsis ettiklerinin ikinci günü:) bir adet "divane" ve bir adet "esirinim" kaseti, arz ederim :)

Ağustos 03, 2011

yenilmek

her gün birilerine yeniliyoruz, durup dururken pes ediyoruz. bunun suçlusu kendimizden başkası değil ki. birilerine ayıp olacak, aman o adam ne der, hele şu teyze kötü kötü bakar ben bunu yaparsam diyerekten başlıyor yenilgiler. işin trajik yanı, belli bir saygı kisvesine sokaraktan yapıyoruz tüm bunları. 
ne kötü; başkaları tarafından garipsenmektense kendimize yabancılaşmayı seçiyoruz; yapmak istediklerimizi zihnimizin bir köşesine sıkı sıkıya bağlıyoruz, sonra uçurtmaları gökyüzüne salamıyoruz ya da kayıkları yüzdüremiyoruz...
ben mi? benim bir sürü uçurtmam bir sürü kayığım var ama öylece duruyorlar, uçmaz ya da yüzmez değiller ama şimdilik duruyorlar..