Ekim 30, 2011

behzat ç.

28 ekim'de girdi gösterime behzat ç. aylardır beklemede idim. meraktaydım. emrah serbes'in tüm kitaplarını okumuş ve senaryoyu da gayet iyi bilen bir "angaralı" idim. gerçi benim behzat ç. ile tanışmam daha evvele dayanır: 4 sene kadar. sanıyorum hemen hemen o kadar oldu. "imge kitabevine" gitmiştim; laf aramızda kredi kartı olmadan üyelik karşılığında taksit yapıyor olmasıyla gönlümde taht kurmuştur kendileri. raflara bakıyordum, gözüme ilişen bir kitap olsa hemen 8 taksite böldürmek suretiyle alıvercektim. gözüme bir kaç kitap ilişti, bunlardan birisi de "behzat ç.: bir ankara polisiyesi" idi. kitabın adında "ankara" geçiyor olması beni benden almıştı. emrah serbes'i tanımıyordum, daha evvel duymamıştım adını, bu şekilde tanıştık kalemiyle. bir çırpıda okumuştum kitabı. olayların, aşkların, hüzünlerin... bildiğim sokaklarda geçiyor olması, ankara'da süregelmesi bambaşka imiş yahu. bu kitabın üstünden onlarca kitap okudum derken geçen senenin başında televizyonlarda bir dizi reklamı, bizim behzat başkan meşhur olmuş meğerse. anakara'da büyüyen, hayatının bir bölümünü buralarda geçiren herkes izler olmuş. nasıl güzel geldi bana anlatamam.
işte aylardır beklemekte idim filmi, koşa koşa gittik. kitaplardan uyarlanan filmler bana hep biraz eksik gelir. nitekim behzat ç. de öyle oldu biraz. fakat, güzeldi be. zaten çokta özlemiştim. iyi oldu iyi "angara sokaklarını" bir sürü insanla kocaman bir ekranda yaşamak.

**

ah, ılık bir rüzgar esse;
savursa usuldan saçlarımı da getirse hayallerimi...

"sebebi yok ağlar dururdu,
 her seher vakti."


Ekim 28, 2011

CUMHURİYET

bu ülkede, CUMHURİYET'i kutlamanın anlamını bilmeyen insanlar türedi. ne acı! ne yazık!

Türkiye topraklarında yaşamaktan onur duyan, bu ülkenin vatandaşı olmayı şeref sayan, Ata'sının izinden giden herkese selam olsun.
CUMHURİYETİMİZ KUTLU OLSUN, SONSUZ OLSUN. 

Ekim 27, 2011

Angela'nın Külleri

lisede okumuştum. lisenin ilk yılları. 7-8 sene oldu okuyalı. irlanda'da geçiyordu idi. öylesine dokunaklı bir hayattı ki. ve öylesine samimi bir dil kullanmıştı ki yazar, hissedebiliyordunuz bunu; kahramanımızın yaşı büyüdükçe konuştukları da bir yetişkin gibi oluyordu. anlatıyordu kendini, kardeşlerini, ülkesini, şehrin ortasından geçen nehri, annesini, fakirliği, hayalleri, düşleri.

kitaplığıma bakarken az evvel,  kitapları halen edinmediğime kızdım. arkadaşımdan almıştım o yıllarda okumak için kitapları, unuttum ayağına götürmüyordum; zaman aşımına uğratıp, kitapları kendi kütüphaneme katmaktı amaç :) cık, başaramadım :)

art arda okudum kitapları durmaksızın, bir nefeste. o kadar çok etkilenmiştim ki. halen de aynıdır içim bu kitaplara karşı. nitekim bana "irlanda" ya gitme hayalleri kurdurttular. düşünsenize, öyle bir coğrafya ki, herkesin kafası güzel ama kimse birbirine karışmıyor, şarkılar söylenip, dans ediliyor. üstelik boyna yağmur yağıyor. hem de yağmurları atlas okyanusu getiriyor. yağmurlar ülkeyi alabildiğince yeşil yapıyor, hani şu capcanlı yeşilden. bizim "amasra" nın büyüğü gibi. 

siz hiç okyanusun mavisinin getirdiği yağmurlarda ıslandınız mı? bana hiç olmadı öyle, fakat bunu çok istemekten hiç vazgeçmedim. olabilitesinin az olduğunu bilmeme rağmen bunun hayalinden hiç vazgeçmedim. okyanus'a karşı müzeyyen senar dinlemek... 


"düz maviler olmalı, uçsuz bucaksız"

Ekim 23, 2011

domates çorbası

umuyorum hayatımın bir döneminde eskişehir'de yaşamak gibi bir fırsatım olur. ve  tam da hayal ettiğim gibi bir dönem olsun bu tıpkı dualarımda ki gibi. özledim ben eskişehir'i, ki o kadar da samimi olmamıştık henüz. buna rağmen özledim işte. geçen sene bu zamanlardı, osmangazi üniversitesinde yüksek lisansa başlamıştım. her hafta pazartesi- salı günleri dersim vardı. pazartesi sabahları ilk trenle es es'e varmak için düşüyordum yollara; ilk tren sabah 7 de idi, bu yüzden 5.30 gibi kalkmam, geceden hazırladığım içinde picamalarımında olduğu sırt çantamın içine kitaplarımı da ekleyip 6 gibi dolmuşa binmem gerekiyordu. o saatlerde henüz hava aydınlamamış oluyordu ve sokak lambaların eşliğinde durağa gidiyordum tin tin. o saatte trafik yok, 20 dk'ye tren garındayım. iş dolmuşa binmekte yani, bereket o saatte dolmuşta oluyormuş, sonraları anladım ki sanayide çalışan işçilerin mesaisi herkesten evvel başlıyormuş. seviyorum tren garını, anakara'da en çok sevdiğim yerlerden biri. bana hep hayaller kurdurttu, bir sürü hemde. 8.30 da eskişehir'e varıyordum, hızlı tren sağolsun. sonra koştur koştur okula. trende devam ettiğim uykum otobüse binene kadar beklemeye alınıyor otobüste tekrar uyuyorum okula varana kadar. eskişehir'in o soğuğunda, soğuğu akıldan çıkarmanın en güzel yolu uyumak :) okulda yorucu bir günün ardından, gezmece, sonra arkadaşımın evine gidip, cigara tellendirip muhabbet edip, sonra uyumaca. çoğu kez salı sabah derslerine gitmedim, o güzel şehrin sabah uyanışını görmek, tren garından sevgilimi almak, sonra da porsuğun yanında nerede kahvaltı etsek diye dolaşıpta; tren garına yakın bir yerde bir şeyler yemek; öylesine güzeldi ki. özledim işte. gün boyu avarel avarel dolaşıpta akşam anakara'ya dönme vakti gelince, hemen tren garının çaprazındaki çorbacı da domates çorbası içmek çok keyifliydi. dönüşte, trende, çemberimde gül oya izlemek, kaçamak kaçamak öpüşmek. ehe, eskişehir- anakara arası öylesine sımsıcaktı ki o soğuğa inat.
sonra, ben o şehirde uzun bir dönem geçirmek istediğimi anladım. ve gariptir ki orada geçirdiğim 2 günden de vazgeçtim. orada bir evim olmalıydı, bize ait bir ev; bunu içten içe istiyordum hem de çok. fakat o zamanlar gelene kadar vazgeçmeliydim o 2 günden ve vazgeçmek için bir nedenim olmalıydı derken ankara üniversitesinin öğrencisi oldum, anakara'da olan hayatıma giren porsuk çıkmıştı hayatımdan. ve ben yine temelli anakara'da idim. 
ve şimdilerde, eskişehir tren garının çarprazındaki o çorbacıda "domates çorbası" içmek istiyorum bir salı akşamı sevdiceğimle beraber. bir çarşamba akşamı konsere gitmek, bir pazartesi akşamı evde oturup televizyon izlemek, bir perşembe akşamı porsuğun hemen yanında kafe de çay içiyor olmak, bir cumartesi akşamı fasıla gitmek.. ve bir dönem, hayatımızın bir döneminde her gece o  şehirde uyanmak.
bir gün umut edilenler olsun ve bir gün yollara düşmek için en uygun anı beklemekten ziyade canımızın istemesi yetsin. lütfen.
güzel uykular.

Ekim 20, 2011

dönem

duyduk ya hep büyüklerden bu memleketin bir dönemini; bizim görmediğimiz ama acısını, memleket üzerine oynanan oyunlarını ta içimizde hissettiğimiz o seksen dönemini. sonra izledik filmlerden, okuduk kitaplardan, işittik şarkılardan o hüznü, o gözyaşısı çok dönemi. 
korkarım bizler de memleketin bu dönemini anlatacağız çocuklarımıza: gencecik insanların yitip gittiği, her gün şehit haberleri aldığımız bu dönemi, ne fena! onlarda okuyacaklar, işitecekler ve izleyecekler bugünlere dair tarifsiz acıları.
dilerim, çocuklarımızın anlatacak acıları olmaz çocuklarına. 
ve dilerim ki, ülkemin tüm insanları bayrağını sevmenin, diline sahip çıkmanın, birbirine sarılmamın onurunu yaşar çok geç olmadan. çünkü bu topraklar daha çok sayıda onurlu, şerefli insan görmeyi hak ediyor. 

Ekim 19, 2011

.

ah güzel ülke'm...

yola devam

"başımı üstünden çekin gölge yapıyor
bu vücudun güneşten çok ricası oluyor"


ne severdim, ne dinlerdim. 
yeni bir düzenlemesi varmış ama benim haberim yokmuş. yahu haberim olmayan ne çok şey var benim..

Ekim 17, 2011

istavrit

anakara'da delicesine yağmur yağmakta. masamda "mino'nun siyah gülü" adlı kitap. kalbim dünyanın en güzel adamına ait. aklımda yıllar sonra bir arkadaşımla oturup saatlerce sohbet etmenin güzelliği. bir de canım balık ekmek istemekte, dilimde bir şarkı:

"bizde kayıklara atlayıp,
vapurların yaşadığı denizlere gideriz"

Ekim 15, 2011

zaman

yapamadıklarımız; yaptırılmayanlar, ayıplananlar, yanlış bulununlar ve bu yüzden ertelediklerimiz; ertelemek zorunda kaldıklarımız. kızdığımız insanlara zamanla benzemek, onların yanlış bulduklarını yapmamakla başlıyor belki de. 

Ekim 14, 2011

sabah ayazı

uzun uzun yazasım var:
sabah trafiğini, arabaların arasından kıvrılmak suretiyle geçme becerisi kazanmış ilköğretim öğrencilerini, ağzına kadar dolu otobüsleri, yürümenin güzelliğini, sokakları, anakara'nın sonbahara özgü sabah ayazını, simit-çay ikilisini, özlenen arkadaşları, bir yandan esneyip bir yandan çalan şarkıya eşlik etmenin hoşnutluğunu, canından çok sevdiğin adamı telefonla da olsa uyandırmanın sevincini bir yandan da hüznünü, bugün nasıl bitecek ki derken zevk alınan dersleri, sek kahveyi, akşam saat 6'dan 7'ye doğru geçen zamanı, dolmuşa binen sarhoşu ve aynı dolmuştaki üç çocuklu aileyi, yolda kavga eden taksi şoförünü, lokumlu bisküviyi, sabırsızlıkları...
cümlelerce yazasım var.
saat henüz uyku vakti değil gibi, ama rüyalar görmek için sabırsızlanıyor bu bünye; gözlerimin kapanışından, başımın ağrımasından belli. bazen rüyalarımın gerçek olmasını o kadar çok istiyorum ki tıpkı; O'nla beraber uyuyup, O'ndan evvel uyanıp da uzun uzun O'nu izlemek istediğim gibi. 

Ekim 13, 2011

çok çalışmak lazım!

çok kahve tüketerek, az uyuyarak, çok okuyarak, az söylenerek,...
umutsuzluğa kapılmadan;
çok çalışmak lazım hem de çok!

Ekim 09, 2011

hadi!

yağmurlar yağmasaydı anakara'ya, burası bu denli güzel olur muydu? ve yağmasaydı yağmurlar, bozkırın ortasında nasıl anlatılırdı ki özlemler, sabırsızlıklar? 
hayali kurulan günler bir an evvel gelin artık kıyılarımıza!
bak, biriktiriyoruz yağmurları hiç vazgeçmeden.

mabel matiz

keşfetmekte geç kaldım belki ama ne güzelmişsin.


gece'ye hediye olsun.

Ekim 06, 2011

makalelerin içinde fotoğraflar olsa ya

evet, nihayet okulun fotoğrafçılık kulübündeki insanlarla bugün tanışmış bulunmaktayım. 1,5 ay evvel kulübün başkanı ile mail yoluyla yazışmaya başlayıp bugün itibariyle kanlı-canlı görebildim onu. hatta onları :) 3 yıldır var olan bir toplulukmuş, geçen sene kurucuları mezun olunca üç tane hukuk fakültesi öğrencisi bu işi devralmış, yazışmalar, danışman hoca bulmak... gibi prosedürlerin altında kalkmak için çabalamış bizim hatunlar, büyük çoğunlukla üstesinden gelmişler bu işlerin ve bugün de yapılacaklar hakkında bilgi verdiler. bir sürü fotoğraf çekebilme şansım olacak, şahane olacak. hatta  nisan ayı gibi doğu karadeniz turu var ufukta, tadından yenmez. altlarında adım yazan; yeşili çok, yağmuru neşeli fotoğraflar biriktirmek gibi hayaller kurdum bile :)
tabi bunun dışında okumam gereken makaleler var. keşke tam anlamıyla anlayabilsem, daha çok büyülenebilirdim. sahi ben ne vakit cümle cümle anlayabileceğim şu ingilizce denen meretli yazıları ? mesela bugün ki makale, 2 ile 4 aylık bebekler üzerindeki bir çalışmadan bahsediyor. onların görsel algı karmaşasından. biraz türkçe kaynaklara bakındım. çok güzel, çok acayip bilgiler buldum, delicesine etkilendim. diyor ki:

"karışık ve  düzgün yüz şekillerine 1 aylık bebekler aynı sürede bakmışlar, 2 aylık olduklarında  yüz özellikleriyle ilgilenmeye başlıyorlar, 3 aylık olduklarında ise direk yüz ile ilgileniyorlar. ve onlara annelerinin fotoğrafları ve başka kadınların fotoğrafları gösterildiğinde annelerinin fotoğraflarına bakmayı tercih ediyorlar."

bir düşünelim, insanlar dünyanın bir yerlerinde "gelişim" ile ilgileniyorlar ve o kadar enterasan şeyleri somutlaştırıyorlar ki. imreniyorum. kıskanıyorum. bir yanda şanslıyım, okuyup, uzağında kalmıyorum bu tür haberlerin. fakat cümle cümle anlayamıyorum işte makaleleri. illet oluyorum. ah diyorum, bir sabah uyandığımda ingilizcem tavan yapmış olsa. ya da yatağımın yanında iki bilet olsa, şöyle ingilizce konuşulan memleketlere doğru :) irlanda, ingiltere, avustralya ya da yeni zelanda  hiçte fena olmazdı hani.
acaba bilimse makalelerin içeriklerini mi değiştirseler ağabeyler, ablalar: fotoğrafı bol, teoriği az olsalar mesela :)
gecenin ilerleyen saatine mi versem şu ruh halimi, yarım yamalak anladığım makaleye mi yoksa fotoğrafçılık topluluğuma mı? bilemedim.
yine mi güzeliz, yine mi çiçek? derim, dinlerim ve uyurum :)

Ekim 03, 2011

dans

şu figürleri yapabildiğim vakittir kendimi matematik öğretmeni gibi hissedeceğim gün:)


 vuhuuuu :)

Ekim 01, 2011

şehrimin sokakları

bitirdik eylül'ü. 
yine gelir şehrimin sokaklarına. 
hava şimdilerde buz gibi, ama yürümeye mani değil ki. yürümek güzel, eylül' de  çok güzel, ekim'de de güzel :) yürümek hep güzel. şarkıların, şiirlerin insanın içini ısıtma gibi bir özelliği var, şöyle ki; insanın burnunun ucu donabilir ya da ayak baş parmağı sızlayabilir ama yürürken usuldan bir şarkı mırıldanmak her derde deva gibi ya da bir dize hatırlamak, ardından ikinci bir dizeyi akla getirmek. fakat en güzeli, sevgilinin sımsıcak elleri, hele ki mevsim kışa yakın olunca elini sevgilini cebine sokup, bir de sımsıkı o güzelim ellerini tutunca, dünyanın orta yeri tam da adım attığın sokaklar oluveriyor.
güzel mevsimler olsun herkeslere :)