sabah yağmurla uyanmaktan, grili- beyazlı gökyüzünden ve üstlerine ne giyeceklerine karar veremeyen insanlardan, bir de akşama doğru üşümek; ama tatlı tatlı üşümekten belli sonbaharın gelişi. henüz şahane renkli yapraklar düşmedi fazlaca yere ama o da yakındır.
e hoşgelmiş o vakit sonbahar şehrime :)
giderken eylül ve gelirken sonbahar "cem adrian" söylesin yanıbaşımızda:
ders kayıtları, henüz başlamamasına rağmen dersler verilen ödevler, makaleler, kitaplar... başladık usuldan yeni döneme. bir de kendimizi motive etmek için yapılması şahane olacaklar var tabi: istanbul, eskişehir, izmir, konya, amasra... demeden gezmek gibi. ha bir de gündemimde bir fotoğrafçılık topluluğuna dahil olmak var. bir de gidilmesi gereken bir üds kursu. bir de azıcık para kazanmak lazım ya, onu nasıl yapacağız bilmiyorum.
ah anlayabildiklerim; ne kadar azsınız anlayamadıklarımın aksine. ve anlayamadıklarım ne kadar da çoğalıyorsunuz gün be gün. tıpkı "dün" gibi, anakaram'da patlayan o bomba gibi. anılarında kocaman bir gürültü oluşturulan o küçücük çocuklar, yakınlarını kaybetme korkusu yaşayan insanlar, yerle bir olan sokak, çocuğunu morgta teşhis etmek zorunda kalan baba... hayır dünyaya bu kadar üzüntü getirmeye hakkınız yok. ve ben hiç anlayamayacağım insanın insana bu denli nefret büyütmesini.
bisikletimiz olsa, atlasak düşsek yollara. yanımızda uçurtmamız, yeni alınan termosta çay bir de nargile olsa. fotoğraf makinesiz olur mu? olmaz tabi. tripod da şart: uçurtmayı, termosu, nargileyi bir de gülümsememizi ayıramayız çünkü. zamanlayıcı ayarlarız sonra kareye girmek için koştururuz. sımsıkı sarılır, bir kahkaha patlatırız.
gidiversek ya. bir sürü pedal çevirsek ya. en yükseğe yollasak ya uçurtmamızı. en lezzetli çayı içsek ya ellerimizle yaptığımız nargile ile.
eylül'ün hakkını vermiş olurduk ucundan, kıyısından.
öncelikleri bir yana bırakamadık hiç. bıraktırmadılar. hayallerimize dahil ettiler onları. rahat bırakmadılar. hep sınırlı kaldı canım memleketimin insanının hayalleri. insanımın her duygusu ile oynadılar. aldattılar. hayallere de mi karışmak zorundaydılar peki? hayal kısırı bireyler mi olmalıydı çoğunluk ve nesillere bunu doğruymuş gibi aktarmalılar mıydı? çocukların suçu ne ki?
ben tekrar izlemeye başladım "çemberimde gül oya"yı.
televizyonda yayınlandığı sıralar, haliyle ilk izlememdi bu canım diziyi (laf aramızda bu dördüncü olacak). her bölüm ağlıyorum izlerken hatta bir başıma değil halamla beraber ağlıyoruz. işin garip yani, ağladığımızı ev halkına belli etmeyeceğiz ya birbirimize bakıp gülmeye veriyoruz, ardından tekrar ağlıyoruz. haftalar böyle geçerken, ümit'in öldüğü sahne geliyor, zarife ağlıyor. durur muyuz biz, halamla bende ağlıyoruz. evde misafir var, şaşkın şaşkın bize bakıyor, artık gülmeye de çabalamıyoruz. zarife'nin acısını benimsedik bir kere halalı yeğenli, ağlaşıyoruz.
üçüncü kez izlemem geçen sene temmuz da başladı ekim gibi bitti. hatta eskişehir- anakara hızlı treninde sevdiceğimle yan yana izlediğimiz bölümler oldu. bu bölümlerin dışındakileri de birbirimizle senkron halinde izledik. beraber başladık diziye beraberde bitirdik :)
"küçük kara balık" ı edinmemi sağladı dizi. evet biraz geç öğrendim o güzelim kitabı. ama öğrendim işte. hatta, hediye bile ettim öğretmenimin henüz iki aylık kızına. ilk kitabını benden olsun istedim. ve istedim ki; hayaller kursun, onları koruyup kollasın ve peşlerinden gitsin. kendi küçük kara balık'ımı da sevdiceğime verdim. o saklasın, ilerde kütüphanemize beraber yerleştirelim diye :)
eylül ne güzel ay, insanın aklına neler neler getiriyor :)
onlarca cümle kuruyorum kendimi anlatabilmek için. çabalıyorum. fakat görüyorum ki hep bir cümle duymak istiyor insanlar. sadece bir tane. fazlası değil. ben kırmamak için çabalamışım, cümleler sermişim önlerine, cık, umurlarında değil. oysa ki hep cümlelerin çok değerli olduklarını düşünmüşümdür ve insanlardan: o çok sevdiğim güzelim insanlardan cümlelerimi hiç kıskanmadım fakat onlar çoğunlukla göz ardı ettiler onları. ve ben her bunu fark ettiğimde kendi kendime sözler verdim: cümlelerin sana kalsın, sen biriktir onları. anlamıyorlar işte seni. çabalama. diye. fakat hiç bir kez tutamadım sözlerimi. yine baştan özenle cümleler kurdum: çoğunlukla umursanmayan ve özenle seçildikleri karşı tarafça hiç anlaşılmamış olan ışıl ışıl cümleler. ve böyle zamanlarda sanki eylül ayı o hayallediğim okyanuslara hiç gelmiyor gibi. şöyle güzel bir yağmur lazım buralara, karşılıklı kahve içmeli, dertleşmeli. az kaldı, kocaman sarılmalı.
hem zaten ben küçükken babasının okuldan gelişini pencerelerde bekleyen bir kız çocuğu imişim :)
oooh, bu canım eylül akşamında baba-kız yürüyüş yaptık. hakkını verdik akşamın. çoğu kez anlaşamıyoruz babamla ama bizim çok ortak yönümüz var yahu: yorgun da olsak yürürüz, ikimizde matematik öğretmeniyiz (hatta üçümüz: annem de), muhabbet etmeyi severiz, çay severiz, tarhana çorbasına hastayız... daha bir sürü var bir sürü, ama en şahanesi biz birbirimizi çok severiz. kavga etsek de, tartışsak da o sevgi hiç azalmaz. ayrıca, tarhana çorbasının üstüne rendelenmiş köy peyniri de serpiştiririz :)
bir sürü yollar yaparaktan anakara'ya kavuştuk. bende babam gibi yollardaki tüm ayrıntıları bilmek istiyorum: nerede güzel yemekler var, nereden ekmek alınır, nerenin çayı güzel? ama ben kendi yollarımın ayrıntılarında ulaşmak istiyorum kendi şehirlerime.