kaoslarım, girdaplarım, labirentlerim
nice nice dertlerim var.
içimden şehirler geçiyor
..."
oysa ki iki sırt çantası yeterliydi; kayıklarla okyanuslara açılmaya...
benim kpss'ye hazırlanıp bir yandan da dershanede etüt öğretmeni olarak çalıştığım yıldı, sevdiğim iğneada'ya atanmıştı ve aramızda çok kilometreler vardı. bir hafta sonu anakara'ya gelecekti ve çapraz sarılacaktık. dershanede kazandıklarımdan, verdiğim derslerden biriktirdiklerimden ikinci el bir filmli fotoğraf makinesi alıp sevdiğime hediye etmek istiyordum. sıhhiye balıkçıoğlu pasajında buldum makineyi, aldım. nasıl heyecanlıyım nasıl. asla tahmin edemeyeceği bir hediyeydi. o uzak yolların çıktığı denizlerden, evlerden, sokaklardan fotoğraflar çekebilecekti. sonra anakara'ya geldikçe ve hatta daha sonra biz temelli kavuşunca el ele fotoğrafların baskısını almaya gidecektik. bunca anlam yüklediğim hediyemi paketlemeye sıra gelince bir hediye kutusu almaya karar verdim. karanfil sokağa çıktım sıhhiye'den. bu tür şeyleri karanfil'den bulabilirsiniz. orada bulamazsanız yüksel'de bulursunuz. ama anakara'da çok şey bulursunuz. ben aşkı da buldum, umudu da, özlemi de, mis gibi simiti de. hava soğuktu, burnum üşümüştü. kutuyu buldum. otobüste oturabilince çantamdaki makineyi kutuya koydum. eve gidince mektubumu yazdım. onu da kutuya koydum. yetmedi umudumu, hayallerimizi, sevgimizi koydum kutuya.
şimdi o kutu içinde nice anılarla ege'de, evimizde kitaplığımızın üstünde. on beş yılda biriktirdiklerimizle başka başka kutular da doldurduk. önce ikimiz, altı yıldır da kızımızla gördüklerimizi, yazdıklarımızı, gezdiklerimizi, çizdiklerimizi koyuyoruz kutulara.
ve bu eylül akşamında sek kahvemi bize kaldırırken, hediye kutularına selam yolluyorum.
olduğum yerin, yaptıklarımın, dinlediklerimin, okuduklarımın, düşündüklerimin bana yetmediği günler oluyor. aç gözlü bir şekilde daha fazlasını istemek gibi bir durum değil bahsettiğim. ruhumun beslenmekten yana eksik kalması gibi. bunu en çok sevgimi ve hayallerimi "sonlu" yapmaya çalıştıklarında hissediyorum. düşünsenize zihniniz bir bahçe; yağmuruyla, güneşiyle, soğuğuyla, tozuyla, toprağıyla sizin bahçeniz ama diyorlar ki yağmur yağınca oturma bahçede oysa ki otururum!! kar yağarsa da oturum, çiçek açarsa da, yıldız kayarsa da... anlatıyorsun bunu ama bahçesinde çiçek olmayan benim papatyalarımı darmaduman ediyor işte. belki ben o bahçeden taşmak istiyorum, bambaşka coğrafyalardaki papatyaları sulamak istiyorum.
kupanın içindeki sek kahve o kupaya sığmıyor ve sığmak gibi bir derdi de yok üstelik.
ilkokuldan beri memleketin hemen hemen tüm seçme seçilme sınavlarına girmişimdir. kimisinde seçildim kimisinde seçilmedim. ama hepsine çok emek verdim. hepsi için önce hayal kurdum sonra hayallerim için var gücümle çalıştım. bazı hayallerimin sınavlara bağlı olduğunu bilmek oldukça hüzünlü, acımasızca ama elimden geleni yaptım. çünkü insan elinden geleni yapmalı, günün sonunda hayal kırıklığı yaşasa bile elinden geleni yapmalı. yine bir sınava hazırlanıp bir yandan da hayal kurduğum anakara günlerinden birinde kocaman bir kupa aldım kendime: 4 kepçe çorba alırdı içine ki tahayyül edin nasıl kahveler, çaylar içildi kendisiyle. o kupa ile sek kahvemi tüketirken papatyaları birilerinin darmaduman edeceğini düşünürdüm ama hepsini, herkesi alt ederim derdim. bu inanış beni huzurlu kılan, ruhumu besleyendi. ne zaman kendi gücümden şüphe duydum o vakit azalıyorum gibi hissettim.
biliyorum birileri bizi kalıplara sokup en sevdiğimiz sek kahve kupalarının içine hapsetmek isteyecek. olmasın öyle! taşmaktan korkmamalı aksine eksilmekten korkmalı. kendimi en çok sevdiğim zamanlardı kupadan taştığım günler çünkü not defterlerime, saman kağıtlarıma kahve izi ve kokusu bırakırdı o taşkınlar.
ben o günlere özlemle sarılırken, ahmed arif'de şöyle der:
"...
can benim, düş benim
ellere nesi?
hadi gel,
ay karanlık..."
anakara’da büyüdüm ben. hatta öyle bir büyüdüm ki öğretmen olup da çandarlı’ya gelene dek hep anakara’da idim. bu çok yaş almak demek bozkırda, e bir de ekleyin üzerine öğretmen olmakla rotayı başka yere çevirmek arasında verilemeyen kararlarla geçen vakti. uf uf! ne sokaklar, ne hayaller, ne kavgalar, ne hayal kırıklıkları, ne umutlar, ne arkadaşlıklar, ne çabalar, akşam simitleri, sabah ilk durağa yürüyüp ayakta kalmadan okula gidebilme becerisi, kızılay, tunalı, sıhhiye, mebusevleri, emek, metropol sineması, çay, çorba, tek pota maçlar kimi zamanda çift kale maçlar, karanfil’de üst kattaki kitap kafeler, yokuş aşağı sürülen patlak frenli bisiklet, doldurulan kasetler…
fakat güzel büyüdük.
evimiz sobalı ve kiracıydık ama
biz yaz tatillerinde denize doğru gidebildik, sonra sobalı bir ev sahibi olduk
yine gidebildik ardından kaloriferli evimiz oldu yine … annem ve babam bunu
bilinçli mi yaptılar bilmiyorum ama kardeşimle bana hep bir yaz tatili
yaşatabildiler (iyi ki). biz iki bozkır bebesi bu “şartlar zorlanarak”
yaşatılan yaz tatillerinin hakkını verdik kanımca. öyle bir denize girerdik ki
ağzımızdan yüzümüzden tuz gelirdi bunu tolere edebilmek için tatlı bir şey var
mı diye çıkardık denizden bir anlığına, sonra tekrar. en sevdiğim ise gece yatağa yatıp, gözlerimi
kapattığımda sanki dalgalar beni kıyıya doğru götürüyor gibi hissetmemdi. bu
his sonraki yaza kadar sek kahvenin umuduydu işte.
…
bozkır bebesi büyüdü, umuduyla
büyüdü belli ki.
dündü, umay ile denize giriyoruz,
deniz dalgalı, bulanık. nazlanıyorum da bir yandan girmesem mi falan derken.
aman be dedim, sen sek kahvesin umudunla düşün. dalgalar da zıpladık, atladık,
koştuk, güldük, su yuttuk, takla attık. durdu dedi ki bana umay, anne cidden
çok eğlencelisin sen, oturma kumda, hep denizde kal.
çok uzun zaman sonra kendimle
gurur duydum, hem de "sokağın tavanı" kadar.
kış geceleri olurdu anakara'da, gökyüzü böyle hafif pembe bilirdim ki ya da umardım ki kar yağacak. zaten geceleri ders çalışmasını, makale okumasını, müzik dinlemesini, hayal kurmasını, kitap okumasını seven biriydim. gecenin gündüze döndüğü bir an vardır, o an çok büyülüdür mesela. üzerinden biraz daha zaman geçince sokakta hafif bir hareket başlar derken yavaş yavaş insanlar çoğalır. sonra büyü biter . dağılabiliriz. zira artık hepimizin günlük telaşlarında kaybolma vakti gelmiştir. örneğin, gündüz edilen sohbetler hep öylesinedir: iki ders arasında, bir dolmuş durağında, belki bir yemek molasında belki de eve gidiş rotasında. öylesine. zaman geçsin diye edilen sohbetler. ne kadar da kalp kırıcı değil mi? öylesine...
ya gece sohbetleri... uyumazsın, uzun uzun konuşursun, bir o kadar da dinlersin. zaten bu saatte ne dolmuşu olsun ki durakta bekleyesin, gece yemek yersen kilo almaya meyleder vücut. dolayısıyla yanındakine, kalbindekine odaklısındır. dikkatin dağılmaz kolay kolay. en fazla bir çay bardağı ile bir buzun dayanılmaz uyumuna şahit oluruz ve arkadan da şimdi olduğu gibi "ferdi özbeğen- gündüzüm seninle" çalar. (hayat işte geceler de dahil çelişkilerle dolu). işte gece bu yüzden güzeldir, senindir, paylaşmak istediğinindir. gecesini size ayıran insanları çok sevin, bir kış gecesi pembe anakara gökyüzüsü kadar sevin onları.
iyi geceler.
ve şimdiyse arkadan " candan erçetin- söz vermiştin bana" çalıyordu.
" yazmak iyi eder çünkü her şeyi"
belki öyle belki değil bilmiyorum ama ne zaman yalnızlık burnumu sızlatsa sana koşuyorum sevgili blog. bencil bir arkadaş modeli gibiyim değil mi? : mutluluklarını yaşarken hiç sesini soluğunu çıkarmayan ama mutsuzluklarında deli gibi arkadaşını arayan tiplerden... aslında böyle değildim ben. bunu da uzun uzun dertleşiriz belki...
çocukluğumdan beri isterim farklı coğrafyalarda bambaşka sokaklarda dolaşmayı: kahve içeceğim yeri ararken kaybolmayı... çat pat ingilizcemle birisine yol sorup onu yarım yamalak anlayıp da kahve içeceğim mekanı bulduğumu sanmayı, belki birileri ile arkadaş olabilmeyi. çocukken hayal kurabilmek cidden hayal kurabilmek oluyor: bir kere dünyaları yerinde oynatabileceğine inanıyorsun. güçlüsün hem de herkesten güçlüsün. ülke ülke gezme hayallerimi kimi zaman bisikletin üstünde kimi zaman trenle bazen yürüyerek diye hayal etmiştim. bununla ilgili kitaplar okudum, filmler izledim, rotalar yaptım kendime hatta. büyüdükçe de anlattım insanlara hayallerimi hem de aynı heyecan ve inançla. sonraları en sevdiklerimin dahi beni geçiştirişlerini izledim, bana saygı duymayışlarını ve saçmaladığımı hissettirdiler. (insanlar sevdiklerine neden acımasızdır ki?) böyle hayalleri olmayanların benim hayallerimi yapabildiklerini gördüm, görüyorum. şimdi onların gezdikleri sokakları ben dinliyorum, izliyorum ama içim nasıl da buruk...
neye göre kime göre bilmiyorum ama ucuz uçak bileti diye bir şey varsa umarım çıkar karşımıza...